31 Ağustos 2009 Pazartesi

Büyük Fitnelere Dikkat!

Ülkemizin İç Durumu

1.
Dinler arası Diyalog ve Hoşgörü adı altında ehlî (evcil), fıkıhsız ve
Şeriatsız, sulandırılmış, ılımlı bir İslâm getirmeye çalışıyor.

2.
Öte yandan Müslümanları bölmek, mezhep savaşları çıkartmak, Türkiye yi
Irak a, Afganistan a, Pakistan a benzetmek için Şiîlik, Vehhabilik,
Neo-Haricîlik, Mutezile, dinde reform, dinde yenilik ve değişim,
Tarihsellik (veya Fazlurrahmancılık) gibi akımları teşvik ediyor.
İsrail

ve Haçlılar Vehhabîlikten memnun mudurlar? Değildirler ama Türkiye de
Vehhabîlik bir miktar yayılsın, Müslümanlar birbirine düşsün, böylece
Sünnîliğin beli kırılsın.

.....................

İran ın
Sünnî yapılmak istenmesi fitneye sebep olacağı gibi Türkiye nin Şiî
yapılmak istenmesi de fitneye yol açar. Bu gibi fitne yangınlarını
kundaklayanlara dikkat edelim...
Ülkemizdeki Alevîlerin kütle halinde Şiîleştirilmesi Türkiye nin bölünmesine yol açar.

Kadim, kıdemi üzere bırakılmalıdır.
Bakınız mezhep taassubu yüzünden birtakım Müslümanlar birbirlerine kafir, müşrik, zındık ithamları savuruyor.
.....................
Türkiye Irak a dönmesin.
Türkiye Afganistan a dönmesin.

Birtakım
dış güçlerin Türkiye yi Vehhabî veya Şiî yapmaya çalışmaları, daha
başka güçlerin Ehl-i Sünnet İslâmlığını kaldırıp reforme ve deforme
edilmiş ılımlı ve evcil bir İslâm getirmeye uğraşmaları, bu uğurda
büyük paralar harcanması çok ama çok büyük bir fitnedir. Tamamı


25 Ağustos 2009 Salı

Müslümanların Birleşmesi

Tutturmuşlar, "Mezhepler kalksın, Müslümanlar bir ve beraber olsun, hepimiz Kur'ân'da birleşelim..." diyorlar. Ne kadar parlak bir söz bu... Lakin bin parçaya ayrılmış, her biri bir türlü söyleyen Müslümanlar nasıl birleşecekler? İşte bu nasılın cevabını veremiyorlar.

İlk üç Râşid Halife haindir, Ehl-i Beyt'in hakkını yemiştir diyenlerle Kur'ân'da nasıl birleşeceğiz?

Ali b. Ebi Tâlib, hakeme müracaat ettiği için -hâşâ- kâfir olmuştur diyen Haricîlerle nasıl birleşeceğiz?

Ashabın büyük kısmı âdil değildir, dâvaya ihanet etmiştir, sapıtmıştır diyenlerle nasıl birleşeceğiz?

Lügâvî mânada Allah göktedir diyen, Cenab-ı Hakk'a noksan sıfatlar izafe eden mücessime ile nasıl birleşeceğiz?

İmamı Rabbanî, Celalüddin Rûmî, Abdülkadir Geylanî gibi evliyaullaha -hâşâ- evliyauşşeytan diyen aşırılarla, mükeffirlerle nasıl anlaşıp birleşeceğiz?

İmanın altı şartından biri olan kadere inanmayan filancalarla nasıl birleşeceğiz?

"Allah gerçek bir Janus'tur" diyerek Cenab-ı Hakkı iki çehreli bir Roma putuna benzeten zındığın taraftarları ile nasıl birleşeceğiz?

Kur'ân tahrif edilmiştir diyenlerle nasıl birleşeceğiz?

Dini imanı para olan modern müellefe-i kulûb ile nasıl birleşeceğiz?

Herkes Nuh diyor, Peygamber demiyor... Evet nasıl birleşeceğiz?


Her bozuk taife eline Kur'ân almış; yanlış ve bozuk inanç, görüş ve yorumlarını Kur'ân Kur'ân Kur'ân diye bağırarak savunuyor.

"Peygamberlik Hz. Ali'nin hakkıydı, Hz. Ali ile Hz. Muhammed birbirlerine iki karganın birbirine benzediği gibi benzerlerdi. Bu yüzden vahyi getiren Cebrail şaşırdı, Hz. Ali'ye vereceğine Hz. Muhammed'e verdi..." diyen Gurabiye taifesi de Kur'ân diyor, başka bir şey demiyor.

Birbirleriyle savaşan çeşitli fırkalar, hizipler, taifeler, cemaatler mızraklarına Kur'ân sayfaları bağlamışlar; kendi inançlarını, görüşlerini, yorumlarını hep Kur'ân Kur'ân Kur'ân diye feryat ederek savunup yayıyorlar.

Ortada bin çeşit "Kur'ân Müslümanlığı" var.

Acaba bunlardan hangisi Kur'ân'a uygundur?

Önemli olan Kur'ân'a uygun İslâm anlayışını bulmaktır.

İşte bu İslâm Sünnet ve Cemaat İslâmlığı'dır.

Bu İslâm Ana caddedir, Sevad-ı Âzamdır, Büyük Topluluktur... Bu İslâm'da Kur'ân ve Sünnet iki ana temel kaynaktır. Ayrıca icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha vardır.

Bu İslam, günümüzden Asr-ı Saadet'e kadar, kopuğu olmayan bir silsile ile Resullerin Seyyidine (Sallallahu aleyhi ve sellem) ulaşır.

İşte, Kur'ân'da birleşmek, Kur'ân'la birleşmek Ehl-i Sünnet'te olur.

Ehl-i Sünnet kalksın, onun yerine Selefîlik, Necdîlik, şu veya bu fırka hakim olsun ve birleşme böyle sağlansın... Bu duaya âmin denmez.

Geliniz Kur'ân'da, Sünnet'te, icmâ-i ümmetle sâbit olan İslâmî hüküm ve değerlerde, Cadde-i Kübra'da, Sevad-ı Âzam'da birleşelim.

M.Şevket Eygi


17 Ağustos 2009 Pazartesi

Sünnetsiz İslâm İslam Değildir!

Sünnetsiz İslâm Arayışları
Ebu Râfî (r.a) 'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Benim
emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde sakın
sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, "biz onu bunu bilmeyiz.
Allah'ın kitabında ne görürsek ona uyarız, o kadar" derken bulmayayım."1Batı'nın
İslâm ülkelerini istilâ ettiği ve askerî işgali kültürel işgale
dönüştürüp sürekli kılmaya karar verdiği yıllardan itibaren planlı ve
örgütlü olarak başlatılmış olan sünnet düşmanlığı, ilerleyen yıllar
içinde "Kur'an'la yetinme" çağrısına dönüştü.
Oryantalistlerin
sünnet verilerine yönelttikleri uydurulmuş ithamlarına körü körüne
kapılmaktan kaynaklanan bahis konusu düşmanlık ve çağrı, ilginç bir
şekilde İran-Irak savaşının sona ermesinden sonra memleketimizde
değişik seviyede ulu orta yazılır-çizilir ve konuşulur oldu. Batıya
yenik düşmüş İslâm ülkeleri aydınlarından bazıları bu yenikliğin ve
ezikliğin etkisiyle İslâm'a müsteşrikler gibi yaklaşıp onların bedava
avukatlığını üstlenerek ülkelerin gündemine sünnet karşıtı fikirleri
taşımışlar ve kitaplık hacımda yoğun tartışmalara, sürtüşmelere vesile
olmuşlardır.
Bizde
sadece sünnet'in değil, bizzat İslâm'ın kendisinin reddedilmesine
çalışılmış, ancak Müslüman halkın, necip milletimizin yoğun baskı ve
bilinçli direnişi sonucunda dinî eğitim-öğretim resmen başlatılmıştı.
1950'li yıllardan bu yana çok daha yaygın şekilde bir İslâm kimlik ve
kişiliğinin inşası çalışmaları sürdürülmektedir.
Ne
kadar acıdır ki, bu İslâmî kimlik ve kişilik mücadelesinde henüz
yeterli birikim ve kıvam elde edilememişken, gelişmekte olan bu İslâmî
potansiyel, batının sunduğu bilimsel görünümdeki düşman şablonuna uygun
olarak sünnetsiz, yoz bir istikamete sürüklenmek istenmektedir. İslâmî
hareket ve araştırmalar, "Kur'an'la yetinme" çağrıları etrafında
sünnetsiz bir çerçeveye oturtulmaya çalışılmaktadır.
Altınoluk Dergisi -Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Meal Üzerinden Din Tasavvuru İnşası

Ülkemizde meal meselesi –hayli bolartılmış da olsa– bir "imkân" olarak görülme sınırını çoktan aşmış, ciddi bir "tehlike" oluşturmaya başlamıştır.

Meal yazarlarının gerekçelerine bakın: Diğerlerinin meallerinin şu veya bu noktalarda eksiklik/yetersizlik/arıza ile malul olduğu hemen hepsinin ortak tesbiti. Mevcut meallerin Kur'an'ın şiirsel/lirik üslubunu yansıtmadığı gerekçesiyle kaleme alınmış "manzum meal" bile mevcut. Yazılan her meal yeni bir mealin yazılmasına gerekçe teşkil ediyorsa, bu işin hakemliğinin –zaten kendisi "meal mağduru" haline getirilmiş– okuyucuya havale edilmesi çözüm müdür gerçekten? Bu gidişe dur demek bu Ümmet'in sorumluluğu değil midir? ..............


Meal olgusuna mesafeli yaklaşmamın tek sebebi sadece mealin teknik olarak Kur'an ayetlerinin çok boyutlu ve çok katmanlı anlam örgüsünü yansıtmaktan mahrum bulunuşu değil. Aynı zamanda kendi bakış açısını, meşruiyet kaynağı olarak Kur'an'a tescil ettirme gayesiyle kaleme alınmış meallerin, mevcutların önemli bir yekûnunu oluşturuyor oluşu da gözden uzak tutulmamalı. "Meal üzerinden din tasavvuru inşası" adını verdiğim bu faaliyet, pek çok meal yazarının yaptığı işin "Kur'an'ı tahrif" anlamı taşıdığı tesbitine dayanıyor.

Soru şu: Geçmişte Batınîler'in, modern çağada Kadıyânîler'in ve bunlarla şu veya bu ölçüde örtüşen çizgileri benimsemiş kesimlerin Kur'an'ı kendi gayeleri istikametinde yorumlamaları birer "tahrif" (anlamın tahrifi) girişimidir de, günümüzde aynı işi kendi amaçları doğrultusunda yapan meal yazarlarının yaptığı iş neden "masum"dur? Tamamı


6 Ağustos 2009 Perşembe

Gerekçeli Meal-Tefsire Gerekçeli Tenkidler


Hikmet Akpur

Kur’ân-ı Kerim üzerine kelam edip, yazı yazanların, Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in şu ikazını her zaman nazara almaları lâzımdır: (من فسر القرآن برأيه فليتبوأ مقعده من النار) “Her kim Kur’ân’ı re’yiyle tefsir ederse ateşteki yerine hazırlansın.” (Tirmizi, Ebu Davud, Nesai) Zira isabet de etse, sahih bir usule, ilme istinad etmeyen tefsirler hevaî olmaktan halî değildir. Bu i’tibarla yeterince cehd etmeden, taharrî ve tetebbu‘da bulunmadan Allah’ın âyetleri hakkında sarf-ı kelam etmek, insanların sathî reylerinin, zanlarının Kur’ân’ın hakikî ma’nası yerine ikame edilme tehlikesini taşır. İlim minberinde hoca kisvesiyle oturup da halka hitap edenlerin, hatta kitap te’lif edip neşredenlerin, insaflı olmaları, cehdlerini sonuna kadar sarfetmeleri bir vecibedir…

Günümüzde, Kur’ân meali yayınlamak, artık mücerred ticari bir faaliyete dönüşmüştür. Ortalık, hassaten Elmalılı merhumun, meallerinden geçilmiyor. Dahası Elmalılı’nın Hak Dini Kur’ân Dili mealinin, sadeleştirilmesinin lüzumsuzluğu bir yana, ne kadar ehliyetle sadeleştirildiği (hakikatte yavanlaştırıldığı) da ayrı bir mes’ele. Biz, bu yazıda Mustafa İslamoğlu’nun “Hayat Kitabı Kur’ân Gerekçeli Meal-Tefsir” isimli çalışması üzerine tenkid ve fikirlerimizi serdetmeye çalışacağız. Burada tenkidden maksad, hakkın ortaya çıkarılması niyeti olup, asla bir tahkir tezlil niyeti taşımamaktadır. Hadd-i zatında binlerce insanın karşısına, Allah’ın Kitabı’nın meal-tefsiri da’vasıyla çıkıldığı için, mezkûr neşriyat dolayısıyla, fıkhî, i’tikadî bazı mahzurlar gördüğümüzden, ikazı bir vazife olarak telakki ediyoruz. Tenkidimizi, evvela, yazarın girişte usulüyle ilgili serdettiği fikirlerinden başlattık. Daha sonra da meal ve tefsir kısmında hatalı olarak bulduğumuz hususlara maddeler halinde işaret edeceğiz. Ancak bu yazımız, kitabın tamamının tek tek incelenmesi şeklinde olmayıp, intihab suretiyledir. Yazarın mukaddimesinde belirttiği, yaklaşım tarzı, aslında günümüzde Kur’ân'a, hatta İslam tarihine bakıştaki usul problemlerini içerdiği ve zannımca da, meal-tefsirde serdedilen hatalı reylerin de kaynağını teşkil ettiği için, üzerinde daha fazla durulmayı gerektiriyorsa da, biz mevzunun sınırlarını fazla taşırmadan, işaretlerle iktifa edeceğiz:

“Anlamın merkezinde Allah’ın olduğu zamanlarda, hayatın merkezinde de vahiy oldu. Böylesi zamanlarda anlam doğru bir biçimde elde edildi, üretildi ve iletildi. Bunun devamı lafız-mana-maksat üçlüsünün ayrılmamasına bağlıydı. Bunları birbirinden ayırıp koparma teşebbüsleri, her seferinde anlam binasını biraz daha zayıflattı. Bu sürecin sonunda anlam üretimi durdu…” Tamamı

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Çanakkale’de İngilizler


Çanakkale’de İngilizler ve müttefikleri mağlup oldular. Savaş bitti, fakat İngiliz hilesi bitmedi. Savaştan sonra İngilizler Londra’nın iki önemli caddesine, Oxford ve Cambridge caddelerine birer heykel dikmişlerdi. Hâlen mevcut olan bu heykellerde, Osmanlı askerinin süngüsünün ucunda bir İngiliz askeri tasvir edilmekte ve altında şu ifadeler yazmaktadır: “Türkler, Çanakkale’de babanı böyle öldürdüler” Şu ikiyüzlü İngilizlere bakın. Aldatmacaları ile yetmiş iki milleti peşlerine takıp dev zırhlılarla, dünyanın bir ucundan gelip ülkemizi işgal etmeye çalışıyorlar, her türlü imkânsızlığa mukabil göğüslerindeki imanla savaşan Mehmetçiğe ölüm kusuyorlar, buna mukabil vatanını savunan Türkler hunhar, saldırgan İngilizler mazlum oluyor.

Sargı yerindeki katliamlara dayanamayan birçok asker arkadaşı İngilizlere saldırarak şehitlik mertebesine ulaşmış. Bu acıya dayanamayan başka bir canlı olan bir ağaçta rivayetlere göre üzüntüsünden dolayı kendini sarmalamış. Bizde o bahsedilen selvi ağacını gittik gördük. Sargı alanının hemen yanında 18 bin evladımız şehit edilirken dümdüz bildiğimiz bir selvi ağacı tamamı ile burulmuş bir vaziyette duruyor. Gidin görün bu yerleri. Okumaktan ziyade yaşamak gerek. Bizim vatanımıza binlerce km öteden gelip dedelerini 365 gün yalnız bırakmayıp yaaad eden Avustralya ve Yeni Zelandalı kişilerden farklı olduğumuz ortaya çıksın. Unutmayın ki amaçlar sloganlar ile değil eylemler ile gerçekleşir.Yazının Tamamı


Bunlara da göz atabilirsiniz

Blog Widget by LinkWithin