30 Haziran 2012 Cumartesi

Modernite, Zahirde/Dış Dünyada Olduğundan Daha Fazla, “Bilinçaltı” Seviyesinde Hakimiyet Kurmuştur Üzerimizde.

Müslümanlar modern çağa gerektiği ölçüde mukabelede bulunabiliyor mu? Bu soruya gönül rahatlığı içinde “evet” demek isterdik. Ama realite yazık ki buna izin vermiyor. Modernite, zahirde/dış dünyada olduğundan daha fazla, “bilinçaltı” seviyesinde hakimiyet kurmuştur üzerimizde. Dolayısıyla ona gerektiği gibi mukabelede bulunmak ancak Müslüman bireyin bilinçaltının İslamî kodlarla yeniden inşa edilmesiyle mümkün olabilecektir.
Peki bunu kim/ne yapacak?
Zannedildiğinin aksine bunu Kur’an ve sünnet “doğrudan” yapmaz. Zira Kur’an ve sünnet bizim hayatımıza İslamî ilimler vasıtasıyla girer. İslamî ilimler olmadan Kur’an ve sünnetin rehberliğinden muradullah ve murad-ı Resulullah istikametinde istifade etmek mümkün değildir.
İslamî ilimlerin Kur’an ve sünnetin rehberliğinden bihakkın istifadenin yegâne zemini olduğu tespitinin detaylı temellendirmesini başka yazılara bırakarak burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Buradaki “İslamî ilimler” vurgusu, zannedildiğinin aksine, hadis, fıkıh ve tefsirden önce, iki disiplini hedefler: Usul-i Din ve Usul-i Fıkıh.
Usul-i Fıkıh, Kur’an, sünnet ve diğer referanslardan Müslüman’ca bir hayatın istintaç edilmesini (yani bir anlamda pratiği) temin ederken, Usul-i Din (kelam, akaid) ilmi Müslüman bilincinin/algısının parametrelerini ortaya koyar; varlığa ve eşyaya ilişkin değerlendirmelerimiz bu zeminde vücut bulur.
Modern zamanlarda ümmet, Kur’an ve sünnetle irtibatını yeniden canlı kılma ve hayatı yeniden Kur’an ve sünnet zemininde inşa etme iradesini gösterirken, bunun nasıl olacağı sorusunun cevabı üzerinde yeterince ciddiyet göstererek durduğumuzu söylemek zor.
Evet, Kur’an’a tefsir ve hadis kitaplarına şerh yazma faaliyeti bugün de devam ediyor; fıkıh konusunda ihtisas sahibi olanlar fetva vermeye ve ümmetin aktüel problemlerine çözüm üretmeye devam ediyor. Ama bütün bunlar olup biterken ayağımızı “gerçek anlamda” Usul-i Din ve Usul-i Fıkıh zeminine basıyor muyuz, işte burası tartışmalı.
Tartışmalı; zira aksi olsaydı Kur’an’a tefsir yazanlarımız Ehl-i Kitab’ı Cennet’e gönderme garabetine düşmez, hadislerle iştigal edenler mezhep düşmanlığı illetine düçar olmaz, fetva verenler “İslam’a göre mi, mezheplere göre mi” gibi sanal tezatlar üretmezdi… Anormalliğin, burada örnek kabilinden zikrettiğim durumlarla sınırlı olmadığı ehlinin malumudur.
Söz konusu anormalliğin ortadan kaldırılması, “asleyn”in, yani Usul-i Din ile Usul-i Fıkıh disiplinlerinin yeniden ve “etkin biçimde” gündeme sokulmasıyla mümkün olabilecektir.
İşte Said Fûde’yi önemli kılan da bu! Filistin asıllı Ürdünlü araştırmacı Fûde, Amman’da başında bulunduğu ilmî müesseseler ve etkin biçimde kullandığı internet vasıtasıyla ümmetin dikkatini, ayağımızı basmamız gereken gerçek zemine çekmeye adamış kendisini. Genç yaşına rağmen (henüz 45-46 yaşlarında) oldukça velud. Telif ettiği veya tahkik ederek ta’lik yazarak neşrettiği eserlerin adedi 80′i aşmış durumda.
……
Said Fûde bu bayrağı İslam dünyasında neredeyse tek başına taşıyan isim. Bu toprakların Said Fûde’leri nerede?

26 Haziran 2012 Salı

Ehl-İ Sünnet Anlayışı Yıprandı

Ehl-i sünnet kendini üretken kılan bir mekanizma iken biz onu sürekli tükettik. Ehl-i sünnet söylem kendi kendisini tüketti, yıprattı, gözden düşürdü, çok kötü örnekler gördük gerçekten. Ehl-i sünnet kavramını diline dolayarak bir takım şeyler yapan insanların toplum üzerindeki imajları, intibaları çok kötü -bir kısmının tabii.- Dolayısıyla bu hem “Ehl-i sünnet” kavramını yıprattı hem de muhteva olarak bunun içinde ne olup bittiği konusunda bir imal-i fikir yapılmadığı için bunu tükettik biz.

Günümüz  Ehl-i sünnet  dünyasında ilmi, itikadi, dini hareketler, cereyanlar, oluşumlar hakkında ne söyleyebiliriz?
Bizi Ehl-i sünnet olarak farklı kılan bir söylemimiz var mıdır? sorusunu sorsak genellikle olumsuz cevap alırız.
Mesela şöyle desek: “Tüm bu oluşumlar çerçevesinde İran’daki bir şii Müslüman ile Türkiye’deki bir sünni Müslümanın tesbitleri arasında nasıl bir farklılık vardır?” desek kolay kolay farklılık gösteremeyiz; çünkü söylem, fikir kendini ehl-i sünnet patenti ile o doğrultuda şekillendirmemiş. Çok genel-geçer,  bir söylem var, bunun ehl-i sünnet ya da şii karakterli olması pek bir şeyi değiştirmiyor. Ama meseleye ehl-i sünnet zemininde baksanız, tepkileriniz, tespitleriniz o zeminde şekillense çok farkı bir şey çıkacak ortaya. Mesela biz, “Kuran’ın tarihsel bir metin olduğunu” söyleyenlere tepki verirken bir ehl-i sünnet olarak mı tepki veriyoruz, yoksa Müslümanların genel anlayışını esas alarak mı tepki veriyoruz?
“Hadis rivayetlerinin çok kuşkulu olduğunu, hadislerin oluşturduğu alanın çok tekinsiz bir alan olduğunu” filan söylerken neyi esas alıyoruz, ayağımızı nereye basıyoruz? 
Ehl-i sünnet dışı bir zemine basıyoruz. Bu kesin. Ehl-i sünnet olarak baksak farklı bir şey söyleyeceğiz. Bu, aktüel hemen her İslami konu için böyledir. Ama bu iradeyi gösteremiyoruz. Ehl-i sünnet olmak bize sadece muhafazakâr çizgimizi korumada ve o çizgi üzerinden ekonomik, sosyal, siyasi bir takım işler yapmaya zemin hazırlıyor. Bunu mümkün kılıyor. Bu söylemin bizim için aktüel değeri bu. Atamızdan, dedemizden gördüğümüz bir şeyi muhafaza hassasiyeti de eklenebilir buna belki, ama bu kadar!..

22 Haziran 2012 Cuma

Ben Ehl-İ Sünnetim Demek Yetmiyor

Ehl-i sünnet tarih içinde kendini hep canlı tutmuş, hep güncellemiş… Yeni durumlara karşı ayağının birini pergel olarak sabitlediği noktada ne söylemesi gerekiyorsa onu söylemiş bir hareket. Onun için bizim özellikle akaid ve kelam konusunda eser vermiş alimlerimiz kendi yaşadıkları dönemdeki bidat faaliyetlerle ile ilgili kitaplar yazmışlar. Yani günümüzde ehl-i sünnet dışı şu oluşumlar var, bunlar şunları söylüyor, temsilcileri şunlardır, grupları şunlardır diye her biri kendi döneminin fotoğrafını çekmiş.
Ama modern döneme gelince bitmiş bu faaliyet. Artık hiçbir ehl-i sünnet alim kendi dönemi için  “Fırak” kitabı yazmıyor. Dolayısıyla günümüzde hangi cereyan ehl-i bidatın patentini taşıyor, hangi cereyan ehl-i sünnettir yahut ehl-i sünnet bu yeni oluşumlara karşı ne söyler, bu konuda bir fikir berraklığı bir netlik yok. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyen insanlara çok büyük bir yük, çok büyük bir mükellefiyet düşüyor burada. “Ben ehl-i sünnetim, Allah bir, peygamber bir” demek yetmiyor. Aktüel tartışmalara, dini ve itikadi problemlere ehl-i sünnet zeminde cevaplar üretmek zorundayız.
Bu ülkenin ilahiyat fakültelerinin kelam ana bilim dallarında ekmek yiyen insanlar, bu milletin vergileriyle ekmek yiyen insanlar bu milletin inançlarını tahrip etmekle meşgul.

17 Haziran 2012 Pazar

İlahiyat’da “Alim Yetişmez, Din Münekkidi Yetişir.

Geleneksel eğitim kurumlarının (Külliyelerin, tarikatlerin, tasavvuf kurumlarının) tarih içinde hayli yıprandığı da yapılan eleştirilerden. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz?

İnsanın olduğu her yerde her zaman arıza vardır, her zaman eksiklik, hata, yanlışlık vardır. Bunun böyle olması, oranının şöyle ya da böyle olması hiçbir zaman kökten kazınmasını gerektirmez. Hata varsa ıslah edersiniz, arıza varsa tamir edersiniz…
Bu böyle oldu diye bunu kökten kaldırırsanız, medreseyi kaldırıp yerine ilahiyat fakültesini kurarsanız, “alim yetişmez, din münekkidi yetişir.” 
Bu merhum Ali Fuat Başgil’in tespitidir. Türkiye’de ilk ilahiyat fakültesi açıldığında müfredatına bakmış, kuruluş mantığına bakmış, demiş ki, “Bu okullardan din alimi yetişmez, din münekkidi (din tenkitçisi) yetişir.”
İlahiyat fakültelerinden bol bol din tenkitçisi yetişiyor. Tefsir kürsülerinde tefsirin altını oyan, hadis kürsülerinde hadisleri tenkit eden, fıkıh kürsülerinde fıkhı tahrip eden insanlar var. Vaziyet bu. Kuruluş mantığı neyse o mantığa göre insan yetişiyor. Tabii ki hepsini kastetmiyoruz. Aralarında istisna olanları tenzih ederek söylüyoruz. Ama medrese böyle değildir. Medrese alim yetiştirmek için kurulmuş ve o esaslar doğrultusunda o mantıkla içi doldurulmuş bir müessesedir. İslam alimi oradan yetişir. Medreseleri ıslah diye bir şey Osmanlı’da da belli bir dönemden sonra gündeme gelmiş bir meseledir. Ama unutmayalım: Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş alimlerin yazdığı eserler bile bugün bizim ilahiyat fakültelerimizde kaynak olarak kullanılıyor. 
Ebubekir Sifil

11 Haziran 2012 Pazartesi

Çocuklarımız Kime Teslim?

Türkiye’nin yaşadığı tam anlamıyla “baş döndürücü” değişim ve dönüşüm süreci, “İslamî kesim”in de paralel bir değişim ve dönüşüm geçirmesi anlamına geliyor. Sadece çevreden merkeze doğru bir akışı değil, aynı zamanda “din algısı”ndaki kırılmayı da ifade ediyor bu süreç.
İlahiyat fakültelerinin sayısı her geçen gün artıyor. Yanılmıyorsam 63′e ulaştı rakam. Yanı sıra İmam Hatip okullarına rağbet de, buna bağlı olarak İmam Hatip okullarının sayısı da artıyor. Halkın tercihini inanç ve değerleri lehine kullanmasında şaşılacak bir durum yok. Yaşananlar, yokuşa aksın diye zorlanan suyun mecrasını bulmasının ifadesi. Seküler çevrelerin “dindarlaşma artıyor” tesbitinin aslı bu.
Ne var ki yaşananlara biraz yakından baktığımızda bu sürecin bizi farklı bir istikamete doğru yönlendirmekte olduğunu görüyoruz. Artmakta olan dindarlığın içinde ne var? Milletimiz gerçek anlamda kökleri üzerinde yeri bir ihya süreci mi yaşıyor, yoksa yaşanan durumun adını “inşa” koymak daha mı isabetli?
Ben ikincisinden yanayım. Yaşanan durum “ihya” değil, “inşa” durumu. Zira “dindarlaşma” görüntüsünün üzerindeki tülü kaldırdığımızda ortaya çıkan, “kendi geçmişiyle hesaplaşma” psikolojisi. Durum böyle olunca, buradaki “inşa”nın gerçek bir inşa mı, yoksa “tahrip/tahrif” mi olduğu sorusu da anlamlı hale geliyor. İnşa diyeceksek bile bunun, yanlış bir temel üzerine yanlış bir yapı bina etmek olarak tesbit edilmesi gerekiyor.
Söz gelimi İmam Hatip lisesine dinini-diyanetini, Kur’an’ını Sünnetini öğrensin diye gönderilen çocuklarımız orada bu imkânı gerçekten buluyor mu diye baktığımızda gördüğümüz şu: İmam Hatip, 70′lerin, 80′lerin İmam Hatibi değil artık. Orada okuyan çocuklarımıza farklı bir dini algı pompalanıyor. Neredeyse artık bütün İlahiyat fakültelerinde gördüğümüz “yeni şeyler söylemek lazım” havası, kaçınılmaz olarak İmam Hatiplere de yansıyor.
Aşağıda okuyacağınız satırlar İmam Hatip lisesi 11. Sınıfta okutulan Hadis ders kitabından alıntı:
Sevgi ve hoşgörü, Hz. Peygamberin sünnetinin özünü teşkil eder. Bu durumda kötü muamele, kabalık ve anlamsız şiddet içeren rivayetlerin ona ait olması mümkün değildir. Örneğin çocukların on yaşına geldikleri halde namaz kılmadıkları takdirde dövülmesini emreden hadis, sahih sünnete aykırıdır. (Burada, söz konusu hadisin Tirmizî’deki yerine atıf yapılıyor, E.S.) Çünkü ne Hz. Peygamberin ne de ashabının böyle bir uygulaması bilinmemektedir. Üstelik merhametiyle tanınmış bir peygamberin çocuklara şiddeti içeren böyle bir yöntemi önermiş olması düşünülemez…
Siz o genç beyinlere “şiddet” kavramının hayatımıza giriş serüvenini anlatmadan, toplumun ve bireyin maruz kaldığı modernleş-tiril-me süreçlerinin fotoğrafını vermeden bu meseleyi -bırakın çocukları- kendinize bile izah edemezsiniz. Benzer durumlar kadınla ilgili meselelerde de yaşanıyor.
Bunları alt alta koyup topladığımızda, Hadis külliyatında, Tefsir mirasında, Fıkıh müktesebatında “çürük elma” olarak görülüp çöpe atılacak yığınla “malzeme” çıkacaktır önümüze.Böyle bir “ideolojik yönlendirme”yle yetişen çocuklar, yeni nesiller kendilerinden sonra gelenlere ne anlatacaklar dersiniz?
“İmam Hatip okulları açalım”, “İlahiyat fakültelerinin sayısını artıralım” ile “dindar nesil yetiştirelim”in aynı anlama gelmediğini görmek için daha nelerin cereyan etmesi gerekiyor gözlerimizin önünde?

Dr. Ebubekir Sifil

9 Haziran 2012 Cumartesi

Ehl-İ Sünnet Dışı Kesimin Amaçları

Ehl-i Sünnet dışı bir kesim var. Amaçları hakkında ne diyebilirsiniz?

Amaçları hakkında bir şey diyemem. Niyet okuması olur. “Bunlar şöyle hain, böyle satılmış, böyle bilmem ne insanlar” diyemem. Bu samimi kanaatimdir.
Muhalif davranmak insana etiket sağlar, insanı görünür kılar, meşhur kılar. Bir kitap yazarsınız yüz bin satar… Muhalif şeyler söylemenin böyle bir avantajı vardır. Sizi meşhur eder, size para sağlar, size etiket sağlar, ekonomik-siyasi anlamda bir ikbal sağlar… Böyle şeyler oluyor bu memlekette. Ama “hepsi böyledir” diyemem, bir kısmı gerçekten samimi de olabilir. Ehl-i Sünnet dışı akımların tarihte olduğu gibi bugün de “hepsi sinsidir, hepsi haindir, hepsi vatanı milleti satmak üzere yola çıkmıştır” diyemem. Tarih içinde öyle ehl-i bidat var ki, mesela bizim Mutezile diye yerden yere vurduğumuz akım içinde öyle insanlar var ki İmam Ebu Hanife için söylenen “kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılmıştır, gece uyumamıştır, çalışmıştır, ibadet etmiştir…” tarzındaki şeyler Mutezile’nin ileri gelenleri için de söylenir. Adam Irak coğrafyasından Medine coğrafyasına on kere yirmi kere yürüyerek hacca gitmiş gelmiş. Hayatını ilme vakfetmiş, Mutezile’nin önderlerinden, Hasan Basri’nin talebesi bir zat var. Bu zat, münakaşa yoluyla, fikri mücadele yoluyla binlerce gayr-ı müslümin Müslüman olmasına vesile olmuştur. Ama bu onu ehl-i bidat olmaktan kurtaramadı. Gene ehl-i bidattır. Biz Ehl-i bidat derken bunların tamamının öyle hin, sinsi, ruhunu satılığa çıkarmış adamlar olduğunu söylemiyoruz. Bunların büyük çoğunluğu samimi insanlar. Takva sahibi, zühd sahibi insanlar. Ama istikametleri bozuk. Akideleri bozuk. Onun için ehl-i bidat olmuşlar.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Tasavvuf Meselesi

Tasavvuf bu Ümmetin en temel varoluş alanlarından biridir. İslam coğrafyasını bir uçtan ötekine dolaşın, Tasavvuf’un izlerini görürsünüz. İster Endülüs’e gidin ister Orta Asya’ya, ister Afrika’ya uzanın ister Ortadoğu’ya, İslam coğrafyasının her karışında Tasavvuf’un rengini, tadını, kokusunu hissedersiniz. Sarayda da karşınıza çıkar, en ücra köyde de. Ulema meclislerinde de rastlarsınız ona, mahalle kahvesinde de. Dedim ya, bizim en temel “varlık alanlarımızdan” biridir Tasavvuf.

Osmanlı’da yaşanmış “Kadızadeli-Sivasi” sürtüşmesi “arızî” bir durumun ifadesidir. Tıpkı İbn Teymiyye ile başlayan ve gittikçe temelli bir “arıza”ya dönüşen arızî süreç gibi. İslam dünyasını bir baştan bir başa saran ve özellikle gençleri köklerimizden koparıp hakikatsiz, ruhsuz, köksüz, kuru, kurgusal ve haşin bir selef söyleminin anaforuna savuran bu süreç hafızalarımıza ve köklerimize kastediyor. Çok tehlikeli bir gidiş bu!

Adı anıldığında aklımıza hemen “şirk” çağrışımları eşliğinde “rabıta”, “istiğase”, “isti’ane”… meselelerinin gelmesi gibi, günümüzde yaygın olarak rastlanan kötü örnekler de, aradan geçen zaman içinde ve araya giren mesafe boyunca Tasavvuf’un hakikatinden ne kadar uzaklaştığımızı gösteriyor aslında. Modern hayat her alanı olduğu gibi Tasavvuf alanını da fena halde dejenere etti. Daha doğrusu hasbel kader adı Tasavvuf’la birlikte anılan bir kısım kişi ve çevrelerin arızalı tutumları Tasavvuf alanının bir kısım insanlar ve çevreler nezdinde tümüyle itibar kaybına uğramasına sebebiyet verdi.
Bu durumun istisnaları yok mu? Elbette ve şükür ki var. Tasavvuf’un arı-duru veçhesini her türlü tavsifin üstünde ve ötesinde yaşayanlar ve yansıtanlar, ruhunu kaybetmiş modern dünyada çok şükür ki hala etraflarına ışık saçmaya devam ediyor.

Dr. Ebubekir Sifil
Tamamı

5 Haziran 2012 Salı

Ali Şeriatî’nin 'Mumammed Kimdir ' Kitabına Reddiye

Ali Şeriatî’nin Mumammed Kimdir kitabı, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeriatî İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acemler derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu: Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye; gerçek inancını gizleyip inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için, “ Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.
Ali Şerîatî Mumammed Kimdir isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha önsözde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya takiyye yapıyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına başvuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Önsözde, kitabı hakkındaki ikinci yalanı da şöyle: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da aşağıda göreceğiz. Önsözde yazdığına göre Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
İşte bu doğru… Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.
Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.
Şimdi, Ali Şeriatî’nin, kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarına madde madde bakmaya çalışalım:
1- Hazreti Ömer (Radıyallâhü anh) zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremediği için buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı”, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)
2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi görüyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor. Ona göre Müslümanlar vahşî, o zamanki imansız İran ile, Doğu Roma ise ileri bir toplum. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonya. İşte sözleri: “Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması, tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)
3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Peygamberimiz’in düşüncesini şöyle aktarıyor: “Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29) Bedir Harbi’ne katılan Ashâb-ı kiram hakkında ise şöyle diyor: “…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…” Yani ona göre Ashâb-ı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, yağma için yola çıkmış.
4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden Ashâbı kötülemeye şöyle devam ediyor: “Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32) Bedir ordusundaki Ashâb-ı kiramı, içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor: “Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)
5- Ashâb-ı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
Ebûbekir’in tevhid anlayışı…
Bilal’in tevhid anlayışı..
Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.”
(s: 36)
Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
Kin ve intikam ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)
6- Kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını Şeriatî şöyle anlatıyor:
İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. “
Gurur!.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir.
(s: 42)
Gördüğünüz gibi, İslâm ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, Ashâb-ı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.
7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da Ashâbın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
Osman firar etmişti. Ömer ve Ebûbekir ortalıkta görünmüyordu.” (s: 65)
8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de, Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi…” (s: 70)
“Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu?” demeye getiriyor.
9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak birkaç kişinin bulundukları yerde öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslâm’ı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, bu meseleden bahsederken şöyle diyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)

Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte kullandığı ifadeler:
Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir rûhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur.”
Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir rûhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor. Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucular.
10- Huneyn Harbi’ni nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpte müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.
Lütfen Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmayınız. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:
Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu. (s: 213)

Gördüğünüz gibi müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” (s: 216)
Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi müşriklere fedakâr demekte ısrar ediyor:
Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri, gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” (s: 217)
Evet müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” (s: 221) Müşrikleri bu kadar öven yazarın, İslâm askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)
11- Yukarıda temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklıktır ve mezhebî itikadlar açısından bakmamaktır ki, ashabtan baba oğul iki mümtaz sîma hakkında şu ifadelerde bulunabiliyor:
Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)
Eğer mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye (Radıyallâhü Anhümâ) hazretlerini, münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.
Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi, yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi? olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.
Yazımızın sonuna geldik. Ali Şeriatî’nin Pey-gamberimiz’e nasıl hakaret ettiğini anlattık ama Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyi yazamadık.
Zaten Şeriatî ile söyleyeceklerimiz bile bitmiş değil. Nasipse Ârifan’ın bundan sonraki sayılarında bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin.
Şimdilik fî emânillah…

Ali Eren -Arifan Dergisi Nisan 2009

Kader Yok! Diyenler



«لِكُلِّ أُمَّةٍ مَجُوسٌ وَمَجُوسُ هٰذِهِ الْأُمَّةِ الَّذِينَ يَقُولُونَ: لَا قَدَرَ! مَنْ مَاتَ مِنْهُمْ فَلَا تَشْهَدُوا جَنَازَتَهُ وَمَنْ مَرِضَ مِنْهُمْ فَلَا تَعُودُوهُمْ وَهُمْ شِيعَةُ الدَّجَّالِ وَحَقٌّ عَلَى اللّٰهِ أَنْ يُلْحِقَهُمْ بِالدَّجَّالِ.»
“Her ümmetin bir Mecûsîsi vardır, bu üm­metin Mecûsîleri ise: ‘Kader yok!’ diyen­lerdir.
Onlardan her kim ölürse cenâzesinde bulunma­yın, hasta olanları da ziyâret etme­yin, onlar Deccalın şî‘asıdır, onları Deccala ilhâk etmek Allâh üzerine bir haktır!” 
Ebû Dâvûd, Sünnet:17, no:­4692, 4691, 2/634

3 Haziran 2012 Pazar

Yarın Çocuklarınız Gönüllü Birer Şii Propagandisti Olarak Karşınıza Çıkarsa Sakın Şaşırmayın!

Sünnî kesimlerin -tarih boyunca olduğu gibi şimdi de- Şiileri Sünnîleştirmek gibi bir derdi olmamıştır. Bu, Sünnîlerin Şii iddiaları karşısında donanımsız ve savunmasız olduğu şeklinde bir izlenim oluşmasına yol açıyor. Özellikle gençlerde bu algının hayli yaygın olduğunu gözlüyoruz. Bu durumun olumsuz psikolojik yansımaları oluyor. Gençler bu sebeple Şii propagandalara kolayca kanabiliyor. Bir tesbitimi aktarayım: Ülkemizde Türkçe olarak -telif veya tercüme fark etmez- Şia tenkidi konusunda neşredilmiş eserlerin adedi, Şia’nın Türkçe olarak neşrettiği eserler yanında hayli cılız kalır!
Ehl-i Sünnet itikadı konusunda hassasiyet gösteren ya da ayağını bu zemine basan kimselere ve kesimlere sesleniyorum: Yarın çocuklarınız gönüllü birer Şii propagandisti olarak karşınıza çıkarsa sakın şaşırmayın! Abarttığımı düşünenlere, özellikle üniversite öğrencilerinin gündemini nelerin işgal ettiğini, gençlerimizin kafasının ve kalbinin hangi sorularla karışmaya başladığını kontrol edin. Eğer bugün küçük bir azınlığın okuyup tartışarak Şii olduğu gerçeğinin üstünü örtmek mümkün değilse -ki değil! -, emin olun yarın bu sayı katlanarak büyüyecek. Ayağınızın altındaki zemini kaybediyorsunuz, ruhunuz duymuyor!
Yeni yetişen nesilleri Ehl-i Sünnet itikadı konusunda bilinçlendirecek kadrolar yetiştirmezsek, bir an önce bunun tedbirini almazsak, çok sürmez, 5-10 yıl sonra bu sütunlardan Şia’nın iddialarına tek tek cevap yetiştirmek zorunda kaldığımızda yavuz hırsızın ev sahibini bastırdığını ve sesimizin boğulduğunu göreceksiniz.
Açık ve net söylüyorum: Bütün alt dallarıyla Şia’nın itikadı, fıkhı, tarihi ve kültürü konusunda mütehassıs insanlar yetiştirmek bugün bu topraklarda yaşayan Ehl-i Sünnet duyarlılığına sahip insanlara farzdır. Tıpkı Ehl-i Sünnet itikadını modernist meydan okumalara karşı müdafaa edecek donanımlı kadrolar yetiştirmenin farz olduğu gibi.
Bu ülkenin gücü Şia’nın propagandalarına set çekecek kadrolar yetiştirmeye elbette yeter. İlmî mirasımız ve müktesebatımız noktasında da durumu dengeleyecek birikime fazlasıyla sahibiz. Yeter ki bu sahada kurumsal anlamda gerekli yatırımları yapacak imkâna kavuşalım.

Ebubekir Sifil 

Tamamı

Bunlara da göz atabilirsiniz

Blog Widget by LinkWithin